30 Nisan 2022 Cumartesi

RİNDLERİN RİNGİNDE BİR KAYBEDEN: SAATÇİ İBRAHİM EFENDİ

RİNDLERİN RİNGİNDE BİR KAYBEDEN: SAATÇİ İBRAHİM EFENDİ TARİHİ

Saatçi İbrahim Efendi Tarihi
2022’nin en iyi romanlarından biri olmaya aday, Elvan Kaya Aksarı’nın ikinci romanı "Saatçi İbrahim Efendi Tarihi" raflardaki yerini aldı.

İlk romanı “At Sancısı” ile hem “Everest İlk Roman Ödülü”nü hem de “Attila İlhan Roman Ödülü”nü kazanan Elvan Kaya Aksarı, “Saatçi İbrahim Efendi Tarihi”nde bizlere güzel edebiyat ve estetik adına çok fazla şey vaat ediyor.

At Sancısı
Latinlerin “En iyi hikâyeler ortasından başlar.” diye bir sözü vardır. Saatçi İbrahim Efendi Tarihi de tam olarak bu şekilde başlıyor. İlk bölümde, Kuğuluçeşme Mahallesi’nin sakinleri ve -içlerinde Saatçi İbrahim Efendi’nin de bulunduğu- esnafları alevli bir tartışmaya tutuluyor. Bu lezzetli tartışma Batı ve Doğu felsefesinin kısa bir özeti niteliğindeyken bir yandan da kurgu kişileri bize diyaloglarla basit ve işlevsel bir biçimde tanıtılıyor.

Bir yandan devletle hiçbir şekilde teması olmayan Saatçi İbrahim Efendi verilirken bir yandan da devletin sosyal bir kurumunun akışı veriliyor.

Saatçi İbrahim Efendi; elektrik, gaz, su gibi temel hizmetleri dahi almadığı ev ve işyeri olan barakasında yaşamaktadır. Fakat böyle bir hayat yaşamasına rağmen hiçbir şekilde edebiyattan, felsefeden ve musikiden geri kalmamaktadır. Bu nedenle Saatçi İbrahim Efendi’nin -bir yandan makama mevkiye tamah etmeyip hayatını yaşarken diğer yandan da hayatın tadını çıkarmayı bilen- modern bir rind olduğunu söyleyebiliriz.

Öte yandan 21. yüzyıl kamu kuruluşlarının işleyişi, orada çalışan memurların kendi aralarındaki ilişkilerinden yola çıkılarak harika bir biçimde anlatılmış. Gözlemler ve anlatı o kadar canlı ki günümüz beyaz yakalılarının panoroması verilmiş.

Devlet ve birey çatışması klasik bir dille verilirken bir yandan da içerikte Yüzüklerin Efendisi’nden tutun da rap müziğe kadar pek çok güncel referansa yer verilmiş. Bu da anlatının yaşadığının kanıtı olan nefes sesleri olmuş.

Elvan Kaya Aksarı, edebiyatı hem içinden hem de dışından fethetmeye çalışan biri. Edebiyatı dışından fethediyor çünkü anlatmak istediklerinin ve edebîliğin dışındaki hiçbir  şeyin sanatına sızmasına müsaade etmiyor. Edebiyatın içinden biri çünkü Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü’nden mezun olduğu için gerek kurduğu cümlelerin yapısı gerekse edebiyat tarihine yaptığı göndermeleriyle bize ne kadar seçkin bir metin okuduğumuzu hissettiriyor.

Elvan Kaya Aksarı

İngiliz yönetmen Guy Ritchie’nin filmlerinin başında sık sık kullandığı, arka arkaya hızlı görüntüler dizerek gösterdiği fragman tekniğindeki akışları; Elvan Kaya Aksarı sözcükleriyle romanında göstermiş.

Gereksiz hiçbir sözcük, olay ya da anlatı yok. Bunu da küçük bir adamın büyük tek ciltlik ince tarihi olmasından anlıyoruz.

21. yüzyılda romancılık artık sadece kitabı masanızda yazıp onu yayınevine göndermekten ibaret değil. Elvan Kaya Aksarı ve tasarımcısı Ali Kerem Morgül de böyle düşünmüş olacak ki bizlere içeriği ile fiziksel biçimi birlikte tasarlanmış tam bir eser sunuyorlar. Saatçi İbrahim Efendi’yi daha iyi anlamamızı sağlayan evinin/işyerinin çizimi, mahallenin krokisi ve bazı evraklar esere çok başarılı bir biçimde yerleştirilmiş.

Kitabın kapağının tasarımına gelecek olursak gerçekten de minik bir tarih kitabıyla karşı karşıya kalıyoruz. Çiziminden logosuna, fontuna ve rengine kadar harika bir iş çıkarılmış. Yayınevlerinin, eserin yazarını kapak tasarımına karıştırmama düsturunu tekrar gözden geçirmeleri gerekiyor. Çünkü Elvan Kaya Aksarı, fırsat verildiğinde içeriğiyle biçimiyle ortaya nasıl da başarılı bir eser konulabileceğini göstermiş.

Rindlerin ringinde bir kaybeden olan Saatçi İbrahim Efendi’nin hikâyesi bizlere düşen bir uçağın içinde antidepresan sakinliği içinde devlet ile bireyin tragedyasını sunuyor. Okumanızı tavsiye ederim.

Hoşça kalın.

 

 

 



 




19 Nisan 2022 Salı

ÖTEKİLER

ÖTEKİLER

Bu yazı, DTCF Tiyatro'yla ilgilidir.

Fakat her şeyden önce içinde bulunduğumuz yüzyılın ilk çeyreğini meşgul eden ve muhtemelen diğer çeyreklerini de etkisi altına alacak bir sanat hareketi olan Ötekiler’e dairdir. Fakat size Ötekiler’i anlatmadan önce bahsetmem gereken başka bir şey var: 71’e 24.

Peki, nedir bu 71’e 24? Askerlik dönemi mi? Ya da bir çeşit şifre mi? Önemli bir günün tarihi mi? Bunların hiçbiri değildi.

Her topluluğun ve her grubun kendine has bir öyküsü vardır. Buluşma noktaları, bir araya gelince sürekli tekrarlanmaktan yavaş yavaş sosyal bir ritüele dönüşen eylemler ve bu toplanmalarda sohbet açıcı olan konuşmalar...

DTCF

DTCF Tiyatro’nun buluşma noktası da Kolej’deki metruk bir apartman dairesinin en üst katı olan 71’e 24’tü. Ne zaman birinin bir derdi, bir gönül yarası olsa, prova alacak yer bulamasa ya da kalacak yere ihtiyacı olsa çaldığı bir kapıydı 71’e 24.

Aşağı yukarı 10 yıldır DTCF Tiyatro öğrencilerinin birbirine aktardığı bu evin son kiracıları da bizdik. Sonra diğer evlerin başına gelenler bizimkinin de başına geldi. Yeniden imar edildi. Biz de anılarımızı sırtımıza vurup istemeye istemeye çıktık oradan. İşte size bunlardan bahsetmek istiyorum.

Her yıl 27 Mart’ta bütün tiyatro bölümlerinde Dünya Tiyatro Günü kutlanır. Fakat Biz hep 28 Mart’ta kutlardık. Çünkü oyunlar hep iki cast ile oynanırdı ve bizler 27 Mart akşamı hiçbir şey yapmadan uslu uslu evlerimize dağılırdık. 28 Mart günü bölüm oyunu ikinci cast ile oynandıktan sonra hep birlikte sarılıp şarkılar söyler, dans ederdik. Yavaş yavaş karnımızı doyurup tekrar bir araya gelmek için konuşup dağılırdık.

DTCF Tiyatro Bölümü'nün 2018 Mezuniyet Oyunu:

https://www.youtube.com/watch?v=8wosbrb5aHc

Yemekten sonra anlaştığımız mekâna gittiğimizde önce bölüm oyunu ile ilgili bir konuşma olurdu. Ucu bucağı olmayan içki masalarında gülüşmeler olurdu. Herkes sıra ile yer değiştirip birbiri ile her şey hakkında konuşurdu. Aklındaki projeden, oyunculuktan, sanattan, ilişkilerden ve hatta yemek tariflerinden...

Bazen bir saatliğine arkadaşlarımızdan biri kaybolur ve döndüğündeyse ellerindeki ve üstündeki kanı temizlemeye çalışırdı. Bize söylemeden çağırıldığı yere gidip beş tane adamı tek başına dövüp geri gelmiş. Esriklikten mi şaşkınlıktan mı bilmem curcunaya karışırdı bu tür vakalar.

Sıra evlere dağılmaya geldiğinde mekandan dörderli beşerli gruplar hâlinde çıkardık. Gidecek yeri olmayanlar ya da evinin yolunu bulamayacak kadar kafayı bulanlar 71’e 24’ün yolunu tutardı.

71'e 24'te Bir Kış Gecesi
Kıştan kalma cemre tanımaz Ankara ayazı eşliğinde bağıra çağıra giderken kimisi gönül verdiği takımın marşını söyler kimisi de geceye damgasını vuran şarkıyı mırıldanırdı. Soğuktan kendimizi 71'e 24'ün içine attıktan sonra herkes bulduğu yerde sızardı.

Bazen koca bir hafta sonu; beş dakika selam vermek için uğradığınız 71’e 24’te pencerenin önündeki koca L koltukta gamdan kederden ciğeriniz çürürken geçerdi. Derdin devasına en yakın şey o derdi sizinle birlikte çekenlerdir, köpek öldürendir, Neşet Ertaş’tır ve dostlardır.

71'e 24'te Gam, Keder ve Elem

Menüsü makarna ve türevlerinden oluşan 71’e 24 bazen bu toplanmalarda tutuşulan bir iddiaya ev sahipliği yaparken bazen de bitirme oyunları ve tezlerinin de karargahı olurdu.

İşte bu ulvi mekânda bir araya gelen birbirinin muhabbetinden keyif alan bir grup genç 22 Nisan 2018’de Ötekiler’i kurdular. Ötekiler’in parçası olmak ise çok kolaydı. Topluma aykırı ya da sizi biricik kılan bir özelliğe sahip olmanız yeterliydi. Örneğin: Grubun tek solağı olmak ya da etnik bir özelliğin gruptaki tek temsilcisi olmak gibi.

ÖTEKİLER Görev Dağılımı
Ötekiler’e girmek üzere başvuru yaptığınızda Ötekilik sınavına tabii tutulur, kabul almanız hâlinde de bir tören eşliğinde karşılanırdınız.

Ötekiler’i bir araya getiren tek şey sanattı. Bu nedenle organize olmak adına bir yönetici seçmeye karar verir de seçim öncesi kulis çalışmaları başlardı. (Bu kulis çalışmaları gerçekten de okulun kulisinde yapılırdı.) Sonuçları üzerine bir türlü anlaşılamayan seçimlerin ardından kabul gören lider bir çeşit sivil darbe ile devrilirdi. Fakat kafası karışık olan Ötekiler damarlarındaki hizipçiliğin de etkisiyle birbirine düşerdi.

ÖTEKİLER, DTCF Merdivenlerinde
Verilen birkaç öz eleştirinin ardından “olacak o kadar” yapılır ve herkes bir sonraki kumpasa kadar köşesine çekilirdi. Kimisi ezberini yapar kimisi de oyununu yazardı.

“İyi de Ailemizin Yazarı, sen bu yazının Ötekiler’den bahsedeceğini söylemiştin. DTCF Tiyatro’dan, 71’e 24’ten ve Ötekiler’e dair birkaç mırıldanmadan bahsettin.” dediğinizi duyar gibiyim. DTCF Tiyatro 71’e 24, 71’e 24 de Ötekiler demektir. Ayrıca gizli bir yüksek sanat topluluğu olan Ötekiler’den bu kadar bahsetmek bile yeterince büyük bir risk.

Ötekiler, şu an çeşitli sanat toplulukları içinde varlığını sürdürmekte ve ilerideki büyük prodüksiyonlarımıza kaynak toplamak adına çalışmaktadır.

23 Nisan Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramı öncesi 22 Nisan’da  kurulan Ötekiler’in kuruluşunun 5. yıldönümü bütün sanat camiasına kutlu olsun. Hoşça kalın. 




16 Nisan 2022 Cumartesi

PATRON’UN ÖNLENEMEZ DÜŞÜŞÜ: KURBAĞA PRENS

 

PATRON’UN ÖNLENEMEZ DÜŞÜŞÜ: KURBAĞA PRENS

Sene 2009 ve ben akademi ile yeni tanışmışım. Okulu kulaklığımda çalan şarkılarla keşfetmeye çalışıyorum. Çünkü sesleri kaydedebildiğimiz kadarına hâkim olabildiğimizi sandığımız yıllar. Mp3 çalarlar moda ve Ipod’lar hâlâ aramızda. Cep telefonları yeni yeni dijital bir veri bankasına dönüşüyor. Herkes kendi çalma listesini bu cihazlara yüklüyor.


Rap müzik henüz sadece birkaç projede boy göstermiş vaziyette. Ankara halkı metalcileri dahi bağrına basmış da rapçileri garipser hâlde. Metalcilerin en azından takılabilecekleri barları var. Biralarını yudumlarken mekânlarda kendi zevklerine uygun şarkılar dinleyebiliyorlar. Rap müzik dinleyenler evlerine, odalarına mahkûmlar. Kendileri gibi birkaç arkadaşlarıyla belki bazen kafalarını dumanlıyorlar, o kadar.

Mode XL (Evren Besta ve Veyasin)

Frekans ve Yunus Emre

Neknega ve Galip

Ankaralı yerel rapçiler var. Kimsenin bilmediği, sadece ilgilisinin çalma listelerinde boy gösteren isimler ve gruplar. Bunlar: Mode XL, Kerim Erduran, Yunus Emre ve Frekans, Galip ve Neknega, Neşet Kılıç ve niceleri…

Sene 2010. Akademinin ilk yılı bitmiş. Yaz okulu yollarındayız ve çalıştığım yerdeki bir çocuk bana bir CD getirdi: Patron’un Professional albümü. Patron, İstanbullu bir rapçiydi.

Patron - Professional 2010

Daha önce Patron’un birkaç tekliğini dinlemişim fakat ilk kez albümlerini baştan sona dinleyecektim.

Professional çalmaya başladığında müthiş kafiyeli sözler beynime hücum etmeye başlıyor. Sözler bazen ritme öne çıkma fırsatını verip sonra tekrar sahneye çıkıp şovunu yapıyor. Bir şekilde estetiğini anladığım fakat nasıl olduğunu çözmediğim bir kafiye düzeni var. Sonrasında bunun “Rap Matematiği” olduğunu öğreneceğim ve bunun en güzel örneklerini Patron harika bir biçimde kullanıyor.

Rap Matematiği: Klasik şiir bilgisindeki redif ve kafiyenin aksine aynı hecelerde sıra ile aynı ünlü seslerin kullanılmasıdır. Bazen bu sesler aynı ünsüz seslerin yerlerini değiştirerek kullanılmasıyla da elde edilir. Kulağa sanki kafiye var gibi bir illüzyonla gelir fakat aslında ses sanrılarıdır.

 "Kıskandılar yaşamımı, kıskandılar bizi

Nişan almamıştım oysa sırf ıskalamak için"

"Düşünmeden geçen zamanı mutlu say ve dinle

Karamsarca kapanırsan barışamazsın kendinle

Gözyaşın akarsa eğer kurusun mendilde

Patron kulağa hoş gelir dinlerler inan her dilde"

Karşı koyamıyorum. Durup durup şarkılarını tekrar dinliyorum. Yerli ve yabancı sözleri öyle güzel harmanlıyor ki gözüme batmıyor. Beatin liriklerinin önüne geçmesine asla izin vermeyen Patron sözleriyle adeta ikinci bir ritim oluşturuyor ve onun şarkılarını dinlerken dans etmeye karşı koyamıyorum. En iyi ihtimalle ritim tutuyorum.

Yıl 2022. Telefonlar, bilgisayarlar, pikseller, sesler ve depolama teknolojisi almış başını gitmiş. Artık Spotify elektronik cihazlarda yerini almış. Eskinin metalcileri ve rapçileri büyümüş koca koca insanlar olmuş. İnsanlar: kira ve faturalar için iş güç derken dünyayı sığdırdıkları o özgün ama mütevazı, adeta bir kontrollü kaos örneği olan çalma listelerini geride bırakmışlar.

Rap müzik artık televizyonlarda, gençlik festivallerinde ağırlanır olmuş. Trap adında bir bela çıkmış. Ben trap denilen şeyi duyduğum anda ondan nefret eder olmuşum. Eminem de benim gibi düşünmüş olacak ki çıkardığı son iki albümde o eski tarzını sürdürüyor. Kafiyeyle ritim dans ediyor.

Eminem Murdered by Music 2020


Ankaralı amatör rapçiler de artık büyümüş. Bir çoğu müziği bırakmış, ayrılmış. Geriye kalan birkaç tanesi şarkılarını Spotify ve diğer platformlara taşımışlar.

Patron pes etmemiş. Kendisini her seferinde yenileyerek yeni albümler yapmaya devam etmiş. O eski kitlenin yerini “Hadi bakalım, Demet Akalın.”, “Pelinsu Eceler, yansın geceler” dinleyen çocuklar gelmiş.

Artık günümüzün genç dinleyicileri o şarkıları yıllarca dinlemeyi bırakmış. Tüketiyor ve bir sonrakine geçiyor. İlerlemeye ve kendini geliştirmeye ya da değiştirmeye devam eden Patron da bu değişimden nasibini almış.

Patron - Slam Dunk 2021
https://www.youtube.com/watch?v=1mEHqJOhu-Y

Bir arabada ya da güçlü bir ses sisteminde çalındığında ortalığı sallayan bol baslı altyapıların üzerine birkaç söz serpiştirir olmuş. Ritim, sözlerin önüne geçmiş. Söylerken bize kendimizi bir bilge gibi hissettiren sözler gitmiş. Rap matematiği adı verilen o sihirli kafiyeler kaybolmuş. Geriye çoğu İngilizce olan, serbest çağrışım söz öbekleri gelmiş.

Spotify ve diğer platformlarda yok ama Youtube’da birkaç videoda rastlanabilen Kurbağa Prens şarkısını dinlemenizi istiyorum. Patron, bize bir hikâye anlatırken söz ve ritmi dans ettiriyor ve asla ritmin sözün önüne geçmesine müsaade etmiyor. Sanki gelecekteki kendine diss atar gibi sözlerini esirgemiyor. Ne diyeceğimi bilmiyorum.

https://www.youtube.com/watch?v=HNTy4ApBvx8

Kurbağa Prens dinlemek için 06.51'inci saniyeyi dinleyebilirler.

Patron’un müziği düşüşe geçmiş. Artık tüketilip, buruşturulup kenara atılan bir mamule dönmüş. Oysa Kurbağa Prens, Professional, Funk Party, Patron, Hay Hay, Kalbin Pili BPM’de, Mainstream Boy gibi şarkılar hâlâ kulaklığımdan beynime sızıyor, duyduğum an beni 2009’a götürüyor. Sokaklarda çete savaşları var, rap müzik kendine bir yer bulmaya çalışıyor, müzik kelimenin tam anlamıyla yeraltından yükseliyor.

Şimdiyse Patron’un yeni şarkılarından çok azını dinleyebiliyorum. O şarkıların da bir kısmına tahammül edemiyorum. Patron’un eski tarzına dönmesi gerektiğini düşünüyorum. Aksi takdirde önlenemez düşüşüne devam edecek. Beni ve yorumlarımı boş verin ama Patron 2009’daki kendine borçlu bunu.

Sevdiğin yazarlar, yönetmenler ve müzisyenlerle aynı çağda yaşamak büyük bir lütuf. Fakat onların artık eskisi kadar iyi işler yapmamasıysa bir o kadar cehennem gibi. Üzgünüm.

Yazının sonuna geldiğimizde Patron için kötü bir şey söylemiyorum. Müziğinin zirvede olduğu döneme geri dönmesini temenni ediyorum. Yazımı sonuna kadar okuduğunuz için teşekkür ederim. Hoşça kalın.

10 Nisan 2022 Pazar

HAKAN GÜNDAY'IN KAFASININ İÇİ O KADAR DA "UYSAL" DEĞİL

 

HAKAN GÜNDAY'IN KAFASININ İÇİ O KADAR DA "UYSAL" DEĞİL

Sayın Hakan Günday ve Onur Saylak bu günlerde son projeleri olan Uysallarla gündemde. Uysallar üzerine çok şey söylendi. Ben farklı bir şey konuşmak istiyorum. Uysallar ile nasıl karşılaştık. Bu proje bizim karşımıza nasıl geldi? Buna yönelik fikirlerimden bahsetmek istiyorum.

Uysallar - 30 Mart 2022 (Hakan Günday -  Onur Saylak)

Henüz Hakan Günday’ın kaleminden çıkan yarısından çoğunu okudum. Bazen güzel cümleler kurduğunu ve insanları bu cümleler üzerine düşündürttüğünü düşünüyorum. Bir kitabını okuduğunuzda sanki diğer kitaplarını da okumuş gibi oluyorsunuz. Buna yazarın üslubunun oturması mı dersiniz yoksa tek yönlülüğü mü bilmiyorum ama ben buna “Ben bu anı daha önce yaşamıştım.” diyorum.

Hakan Günday’ın karakterlerine isim bulma konusunda çok iyi ve başarılı olduğunu düşünüyorum. Hakkını teslim etmek lazım. Fakat bazen sanki Servet-i Fünun sanatçıları gibi Arapça Farsça sözlük karıştırıp “Off bu sözcük çok iyiymiş hacı! Dur, ben bunu yazdığım şu işte kullanayım.” diyormuş gibi bir hisse kapılıyorum.

Günday’ın bir diğer ustalığının da dramatik yapı olduğu kanaatindeyim. Bunu gerçekten çok iyi biliyor ve açıkçası eserlerine başarılı bir biçimde uyguluyor. Bütün iyi yazarların yazma teorisyenliği yazarlıklarının önündedir. Söz konusu Hakan Günday olduğunda bu durum onda da aynı şekilde zuhur ediyor. Fakat Hakan Günday’ın teorisyenliği yazarlığına kıyasla daha çok öne çıkmış durumda.

Hakan Günday ve Onu Saylak

Hakan Günday’ın bize verdiği en güzel hediye “Şahsiyet”tir. Bu kişilik sahibi proje harika bir polisiye. Dramatik nesneleri ve cinayetleri çok orijinal. Katil ve maktule farklı bir perspektiften yaklaşılıyor ve nelikleri sorgulanıyor. İsimler ve mekânlar arasındaki ilişki hayranlık yaratacak bir başarıyla kurulmuş. İzlerken hayran olmamak mümkün değil. Proje; müziklerinden yönetmenine, görüntü ve diyaloglarından kurgusuna kadar her yönüyle harika bir iş. (Birkaç çekim hatasını saymazsak tabii. E o kadar da olur.)

Şahsiyet - 17 Mart 2018


30 Mart 2022 hakan Günday ve Onur Saylak ikilisi yeni bir projeyle karşımıza çıktı. “Uysallar” Bir sürü dergide, İnstagram ve Youtube kanalında övgüleri yapıldı bile. Bu tersine beyaz yakalı güzellemesinin kötü bir iş olduğunu düşünüyorum.

Bir projeyi öyle kolayca harcayamayız tabii ki de. Çok basit bir sahnenin dahi ne zorluklarla çekildiğini, ortaya konulan oyunculuğu ve emeği tahmin edebiliyorum. Fakat eleştirdiğim şey proje değil, projenin bizim önümüze gelirken geçtiği yol. Böyle düşünmemin sebebi Hakan Günday’ın ortaya yeni bir şey koymaması. Kendi cebinden yemesi. Nasıl mı? Anlatayım, dinleyin:

Şahsiyet’teki başarısından sonra dijital platformların da öne çıkmasıyla birlikte Hakan Günday pek çok söyleşiye gitti ve pek çok yere yazılı ve sözlü demeçler verdi. Bu demeçlerden aklımda en çok kalan iki şey: Gecenin Sonuna Yolculuk’un kendisini çok etkilediğini söylemesi ve yazarken sürekli Punk müzik dinlemesi. Çünkü Punk'ın serseri ve tahmin edilemez bir yanı var. Yazarken onu motive ediyor. (Sanırım bu ikisi diziyi izleyen herkese de tanıdık geldi.)

Celine'nin bu eseri yıllar sonra yeniden ortaya çıkıyor ve okurları daha çok etkiliyor.

Uysallar’ın kurgusunu ve anlattıklarının bana hitap etmemesini bir kenara bırakacak olursak Hakan Günday’ın ortaya pek de yeni bir şey koymadığını ve düşünüyorum. Yazarlık atölyelerinde hep “En iyi bildiğiniz şeyi yazın.” derler. Fakat bu sözün muhatapları genellikle çiçeği burnunda yazma heveslileridir. Hakan Günday tabii ki de iyi yapmış. Bu kısır dönemde ekranlara yeni bir iş yazmış. Hatta bununla yetinmeyip küresel bir platform olan Netflix’e satmış bu işi. Bunlar kesinlikle takdire şayan şeyler. Fakat projenin içeriğine bakınca beni heyecanlandırmadığını söylemeyi tıpkı bu başarıları söylemeye hakkım olduğu kadar söyleyebilmem gerektiğini düşünüyorum.

Gelelim beni en çok rahatsız eden şeye:

2013 yılından itibaren yeni nesil edebiyat ve kültür sanat dergileri yayın hayatına merhaba, dedi. Bu dergilerde çağdaş yazarlar, güncel konular üzerine kalem oynatmaya başladı. Söz konusu süreli yayınlar ilk çıktıklarında Cumhuriyet’in ilk yıllarındaki edebiyat dergileri ruhunun yeniden canlandığını düşünerek çok heyecanlanmıştım. Fakat sonra üzülerek söylemeliyim ki belli bir formül üzerinden yazılan dergilere dönüştüğünü gördük. Takvime göre o ay doğan ya da ölen Türk sanat dünyasında önemli bir yeri olan (Neşet Ertaş, Zeki Müren, Sezen Aksu, Orhan Pamuk, Müslüm Gürses, Tuncel Kurtiz gibi) önemli bir ismin illüstrasyonunun kapak yapıldığı, o ayın konusuna göre ayraç ve posterlerin basıldığı, en can alıcı sözlerinin baloncuk içinde verildiği yazılar ve yeraltı havası katmak için yazılan bir pavyon öyküsünden mürettep bu dergiler maalesef birbirini tekrar eden tekdüze bir vesvese hâlini aldı.



Not 1: Evet, Sezen Aksu ve Orhan Pamuk’un hâlâ hayatta olan isimler olduğunu biliyorum.

Not 2: “Ailemizin Yazarı, sana bu dergilerden yazma teklifi gelse yazmaz mısın?” diyen Sayın Okur, tabii ki de yazarım. Hem de koşa koşa, seve seve ve coşa coşa yazarım. Devamlılık gösteren her şeyin bir talep edicisi vardır. Ve bu taleplere kendi imbiğimden damıttıklarımla karşılık vermeyi çok isterim. Fakat o dergilerde yazma fırsatı bulsam bile bu eleştiri geçerliliğini korumaya devam edecekti.

Bu dergilerin içinde çıkan yazıların, dergi için çizilen tasarımların süslediği her şehirde şubesi olan mekânlar açıldı. Böylece insanlar kendilerine hoş gelen sözler, yazılar, ve çizimlerle bezenmiş bu mekânlarda kendilerini daha bir ifade ederken buldular. Fakat elini vicdanına koy ve bana dürüst ol Sayın Okur: “Kahvaltının mutlulukla bir ilgisi olmalı aga.”, “Ulan, dünya şu çocukların hatırına dönüyor be!”, “Konfor alanımızı terk etmeliyiz abi. Kendi özgürlüğümüzü kendimiz almalıyız. Kimse bunu bize vermez.” gibi sözlerin sarf edildiği bir mekânda vakit geçirmek ister misin? Açıkçası bu dergilerin yazar kadrolarının da bu mekânlarda zaman geçirmek isteyeceğini sanmıyorum.


Her neyse bahsettiğim bu dergilerde henüz daha yeni çıkmış bir dizinin içinde geçen sözlerinin, dizi kişilerinin illüstrasyonlarının üzerine yazılmış repliklerinin okuru bir şeylere maruz bırakma hareketi olduğunu düşünüyorum. İnsanlar, sahip oldukları yayın organlarını tabii ki de kullanır. Bu doğru. Fakat sistem eleştirisi yaptığını iddia eden bir projenin sistemin araçlarını bu kadar kalifiye bir biçimde kullanılarak yayılması sizce de çok ironik değil mi?

Hatta zorlarsak üstü kapalı bir biçimde “Önce Uysallar’daki gibi üst düzey bir beyaz yakalı ol ve sonra da bu sistem eleştirisinin muhatabı olmayı hak et!” anlamını bile çıkarabiliriz.

Tamam tamam. Abartmıyorum.

Son olarak bu yazıyı Uysallar projesinin sahibi olan Hakan Günday, Onur Saylak ve Hakan-Onurseverler okursa lütfen gönül koymasın. Çünkü onları, yine onların yaptığı başka bir proje ile karşılaştırıyorum. Bir şey çekmek gerçekten çok zor bir iş. Metinden kurguya, montajdan çekim ekibine… her yerinde emek var. Fakat daha iyi işlerle buluşmak istiyorsak bu tür eleştirilerde bulunmak gerek.

Yazıyı sonuna kadar okuyan herkese teşekkür ederim. Hoşça kalın.



HALA OKUMADIN MI?

BU YAZILARI KİM YAZIYOR?

24 Mart 1991’de Ankara’da dünyaya gelen Yiğit Koçyiğit, Gazi Üniversitesi’nde Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü’nde edebiyat eğitimi ald...